
Uzun zamandır okuduğum en güzel kitaplardan biriydi benim için Hyunamdong Kitabevi. Yumuşacık, sıcacık bir anlatım en az anlatımı kadar etkileyici bir atmosferi vardı.
Kitaba dair pek çok şeyi sevdim aslında, bunlardan biri de bu atmosferin kitap ile nasıl ilişkilendirildiğiydi. Gerek kitabevinin kendisi, gerek sahibi, gerek de içinde bulunduğu mahalle birbirleriyle fazlaca uyumluydu. Bunun bu kadar güzel ve aynı zamanda ince işlenmiş olması beni okurken şaşırttı açıkçası.
İnternette pek çok yerde gördük aslında bu kitabı, bu yüzden en başta biraz temkinli yaklaştığımı gizlemeyeceğim. Kitabı okuyanların bir kısmı tıpkı benim gibi fazlasıyla beğenmiş, bazısı ise hiç beğenmeyip şişirilmiş bir balon olarak görmüşler. Ne zamandır tam da bu kitaptan başlayarak bir yazı silsilesi başlatmak istiyordum (Ki kitabı okuyanlar neden bunun için bu kadar heveslendiğimi anlayacaklardır). Geçenlerde gördüğüm, biraz da elle tutulan bir yanı olmayan bazı eleştirilerden sonra (gerçekten elle tutulur bir yanı yoktu, inanın bana, eleştirinin ne olduğunu bilirim bu eleştiri falan değildi) artık yazmam gerektiğine karar verdim.
Kitap kulübündeki arkadaşlarımın önüne düşerse bu yazı onlara da söylediklerimi tanıyacak, hatırlayacaktır. Öyleyse artık Hyunam-Dong mahallesindeki bu huzurlu kitapevine bir güzel eğilelim. “Ne anlatıyormuş bu kitap?” diye internette aratıp da karşısına bu yazı çıkan kişiler, tam olarak bu cümleye ulaştıysanız öncelikle bu kitabın öyle birkaç cümle ile özetlenemeyeceğini söylemek isterim. Zira öyle bir özetleme yapmak bu kitabı güzel kılan her şeyi yok saymak olacağı kanısındayım. Ayrıca, yazının herhangi bir kısmında bir spoiler uyarısı da vermeyeceğim. Bu kitaptan göreceğiniz hiçbir şey, herhangi bir bilmecenin yanıtı olma niteliğinde değil.
Kitapta altını çizdiğim ilk cümle daha henüz kitabın okuduğum ikinci sayfasına (sayfa 6) denk geliyordu. Yazarı, henüz daha bizimle yeni konuşmaya başlamışken bize irade ve tutkudan bahsetmesiyle başlamıştı. Ana karakterimiz ve aynı zamanda da kitapevinin sahibi Youngju için bu kitapevinin ne anlama geldiğini allayıp pullamadan bize gösteriyordu.
Youngju’nun bir alanı sevebilmesinin nelere bağlı olduğunu açıkça dile getiriyordu.
”Artık bir alanı sevmesi, kendini huzurlu hissedip büsbütün olduğu gibi var olabilmesi, kendini dışlamadan kabullenebilmesi, o alanda kendine değer verip, sevmesi gibi niteliklere bağlıydı.”
Şimdiden, evet daha altıncı sayfadan itibaren durup biraz bunu düşünelim. Kısacık dursak da yeter, endişelenmeyin. Bunu kolaylıkla kişilere bile uyarlayabiliriz değil mi? Açıkçası daha buradan yakalamıştı beni. Çünkü hayatımın tam da bu döneminde, bana iyi gelmeyen yanında kendimi kötü ve kaygılı hissettiğim insanların hayatımdan patır patır döküldüklerini görürken güzel bir tesadüf olmuştu.
Youngju, boşanmış ve işinden ayrılmış, kendisine kendi zevklerine uygun olarak bir kitapçı açmıştı kendine. Hayatının pek de iyi hissettiği bir döneminde değildi Youngju ve yazar bunu kitapçının müdavimlerinden, bir karakterin, Minchul’ün annesinin ağzından bize “yerinden sökülmüş vida” benzetmesiyle kendisinin dışarıdan nasıl göründüğünü anlatmıştı, zira Youngju evden ve alışkın olduğu çevreden ayrılmış, tam da yerinden sökülmüş bir vidaydı.
Hyunam-dong Kitabevi boyunca bütün karakterleri, buna Youngju’da dahil olmak üzere yavaş yavaş tanıyoruz. İki kadının arasında geçen sohbetten, birbirleriyle paylaştıklarından görüyoruz ki Youngju depresyonda olabilirdi. Minchul’ün annesinin kendi yaşadıklarını ona aktarırken bahsettiklerinden görüyorduk ki ikisinin de ruh halleri arasındaki bu benzerlikten bunu anlayabiliyorduk.
Youngju, kitap okumanın ona ne kadar iyi geldiğinden bu kitapçıyı açarkenki motivasyonundan bahsederken yazar da bize aslında okumanın, özellikle bir roman okumanın ne kadar güzel olduğunu hatırlatıyordu. Kitaplar Youngju’nun arasının açıldığı eski dostuydu, ona kucak açmış, yetmeyince sıcacık sarmalamış, onun nasıl biri olduğunu umursamadan onu olduğu haliyle kabul etmişti.
Bir kitabevi sahibi olarak Youngju’nun işleriyle ilgilenmeye başlaması ile birlikte hiçbir şeye vakti kalmamaya da başlar. Yazar, “Hiçbir şeyi önemsemediği zamanlar yapacak işi yoktu, umursamaya başladığındaysa işlerin sonu gelmek bilmemişti.” cümlesiyle bize bunu kısaca özetlemişti. Bu kadarcık basit olan bu cümle de benim hoşuma giden, düşüncelerim arasında sıkça yer bulan bir noktaya değiniyordu.
Bunu da ne kadar kolay insanlara yorabiliyoruz, değil mi? Birilerine vakit ayırmak istemediğinde insan hiçbir zaman yeterli zamanı yoktu fakat tersine vakit geçirmek istiyorsa nasıl da yetişiyordu ama her şeye.
Hyunam-dong Kitabevi, bize her şeyden konuşurken toplumsal özelliklerden, kültürlerinden de bahsetmeyi unutmuyor. Kitabevinin işlerinin artması ile orada yarı zamanlı çalışmaya başlayan Minjun üzerinden hiç fark ettirmeden bize bunları anlatıyor ve hatta günümüz dünyasından çok güzel şikayetçi oluyordu. En basitinden görüyoruz ki bir yarı zamanlı çalışanın neredeyse bizdeki tam zamanlı bir çalışan kadar mesai yapması gerekiyor.
Youngju, kitaplar sayesinde yer yüzünde yaşayan herkesi anlayabileceğine inanıyordu. Okuma motivasyonu çoğu zaman bir arayışta olmasıydı, aradığı şeyin ne olduğunu kesin olarak bilmese de bir kitaptan onlarca sayfa okuduktan sonra kendini aradığı şeyin tam da bu olduğunu söylerken bulabiliyordu. Bir süredir ne aradığını bildiğini düşünerek kitaplar seçiyordu oysa. Belki de kendisini onaylayacak ya da en azından yalnız olmadığını ona hissettirecek karakterleri de arıyor olabilirdi.
Kitabın yazarı Hwang Bo-reum daha henüz kitabın başlarında bize iyi bir romanın ne olduğu sorusunu da yöneltiyordu. Bu soruyu kitap boyunca belli noktalarda bize sorarak kendi cevabımızı yeniden tartmamızı başka perspektiflerden gördükten sonra değerlendirme esnasında göz ardı etmiş olabileceğimiz şeyleri hatırlatarak yeniden cevaplamamızı istiyordu. Aynı zamanda Hwang bize sevginin üstünlüğü, doğru cevabın doğruluğu meselesini de irdeletiyordu kitapta. Farklı seslerden, farklı hayatların zihinlerinden bize farklı perspektifler sunuyordu.
Kitapta en sevdiğim şeylerden biri de bu olmuştu açıkçası. Tek bir kişinin sözlerini değil, farklı kişilerin bakış açılarını görüyor, meseleleri başka açılardan değerlendiriyordu.
Youngju, kitapevini işletmeye başladıktan sonra çevresindeki insanların yaşamlarını da sık sık dinlemeye başlar. Bununla yazarlar arasındaki bağlantıyı bize hatırlatıyordu yazar. Nasıl yazarların her şeyi anlayabileceğini düşünüyorsa insanlar aynı varsayımı kitapevi sahipleri için de hissediyordu. Onlara kolayca açılıyordu.
Peki nedir ki bu kolayca çözülmenin sebebi? Çok okudukları varsayımında bulunup her şeyi, her duyguyu anlayabilecekleri varsayımında bulunmalı mı? Yoksa kendini ifade etme şekli yetersiz olsa da çok okuyan birinin bunu anlayabileceğini düşünmeleri mi? Bu soruları yaratıma, yaratıcılığa kadar götürebilir, belki de insanın yalnız olmadığını, aslında bir cemiyetin parçası olduğunu bir başkasının ağzından duymak istemesi mi? Daha nice sonuçlara ve yeni sorulara ulaşabiliriz buradan.
Henüz daha kitabın ilk otuz sayfasından bahsederken bu kadar uzun bir yazı olacağını görmüşken daha fazla uzatmayacağım bu kısmı.
Fakat henüz cemiyet demişken yazarın bu noktayı da ustalıkla ele almayı ihmal etmediğini de söylemeden edemeyeceğim.
Oldukça uzun bir paragraf olduğundan burada doğrudan alıntılamayacağım fakat 44. sayfada okuma alışkanlığı ile ilgili bazı düşünceleri görüyoruz. Bu, Youngju ve yazar Areum arasında geçen sohbette okuma alışkanlığı hakkında vakit ve odak gibi meseleleri bahane edişe değiniyorlar. Kore toplumu merkeze alınarak yapılabileceği öne sürülen yöntemi kolaylıkla kendimize uyarlayabileceğimizi düşünüyorum. Her ne kadar farkında olmasak da okuma eylemini türlü bahanelerle güçleştiriyoruz.
Odaklanmak, dikkatini verememek ya da yeterl vakte sahip olmamak gibi bir sürü sebep sunuyoruz okumamak için ya da işi gittikçe güçleştiriyoruz. Fakat o işler hiç de o kadar zor değil. Okumak sahiden de düşündüğümüz kadar zor değil.
Kore adlarına çok aşina olmadığımız için bana öyle gelmiş olabilir ama kitaptaki karakterlerin cinsiyetlerinin ne olduğu bize peşin peşin söylenmiyor, okudukça fark ediyoruz bunu. Yanlış anlaşılmasın, cinsiyet kalıplarından değil, daha çok cinsiyet rollerinin ön planda tutulduğunu söyleyemeyecek olmamızdan. Erkek ya da kadın diye bize gösterilmeyor, bir birey olarak varlar kitapta. Kadın barista ya da erkek müşteri gibi değil, bizatihi birey olarak varlar. Açıkça bu birey, birey olma meselesinin de ele alınması ve bazı küçük detaylarla güçlendirilmesi çok hoşuma gitti okurken.
Hyunam-dong Kitabevinde tartışmasız en favori detayı ise Minchul’ün annesi ile alakalı bir detaydı. Kitabın yarısından fazlasında bu karakter hep bu şekilde anılmış, yalnız karakterlerin hitabında değil, bizzat yazar da bu adı kullanmıştı. İlerleyen kısımların birinde karakterin kendi birey olduğunu vurgulaması, yazarın da aslında şimdiye kadar bize alttan alta gösterdiği şeydi.
“Jeon Heejun” olarak tanıtmıştı karakter kendisini. Sürekli Minchul’ün annesi olarak tanımlandığını, böyle adlandırıldığını söylüyor ama kendisinin de bir birey olduğunu, bir adı olduğunu vurguluyordu. “Bir eş, bir anne olarak değil,” kendi kimliğiyle var olmak istiyor. Karakterin bu çıkışının hemen ardından ise yazarımız da onu hep “Jeon Heeju” olarak çağırmaya başlıyor. Benim kalbimi çalan da tam olarak bu kısım olmuştu. Heeju’nun bu çıkışının ardından onu yalnızca kendi kimliği ile betimlemiş, çağırmış ve karakterin talep ettiği şeyi ona büyük bir dikkatle vermişti.
Özellikle Kore toplumundaki kadın hareketlerinden hepimiz haberdarız, dolayısıyla da bunun altında yatan metne dair benzer düşüncelere sahip olacağımıza inanıyorum. Kendisi de bir kadın olarak yazar, mensubu olduğu toplumdaki bir noktaya değinmiş, her ne kadar basit bir şey olarak görülse de aslında önemli bir meseleye ışık tuttuğunu da görüyoruz.
Kitapta kitaplar kadar önemli olan ve bir şeyleri anlatmak için kullanılan sembollerden biri olarak kahve de oldukça önemli yer tutuyor açıkçası. Gerek kitap içerisinde yer alan olaylarda, gerek de karakterler ve karakter gelişimlerinin yansıtılması noktasında kahve en büyük sembollerden biri olarak kullanılmış. Okurken belki de biraz da bu yüzden sürekli kahve içesim geliyor, dilimde damağımda kahvenin tadını almak istiyordum.
Kitabevinin baristası olarak görev alan Minjun’un karakter gelişimini her ne kadar tadını gerçekten alamasak da yaptığı kahveye de yansıttığını görebiliyoruz. Zaten bir yerde de tam da buna değiniyor yazar da. Okumamışları şimdiden uyarayım, yalnızca kahve içmek değil, aynı zamanda kendi kahvenizin çekirdeklerini seçmeyi, onları öğütmeyi ve usulca suyunu ekleyerek demlemeyi de fazlaca istiyorsunuz. Eğer benim gibi kahve makinasını doldurmaya bile zaman zaman üşenen birinin üzerinde böyle bir etkisi olduysa, herkes için aynı şey olmayabilir tabi.
Minjun deyince aklımıza gelen ilk şey lezzetli kahveleri olsa da diğer bir akla gelen de ilk düğmesi iliklenmiş ama geri kalan düğmelere geçecek ilikleri olmayan gömleğidir muhakkak. Yazar, Minjun üzerinden bize özellikle okul ve çalışma hayatımızla ilgili bazı şeyler anlatıyor. İyi bir üniversite okumuş olsa da mesleki hayatı pek de vaktiyle planladığı gibi gitmemekte Minjun’un. Kötü demiyorum, iyi değil de demiyorum. Yalnızca planladığı gibi gitmiyor ve bazılarımıza göre buna iyi değil, kötü demek çok kolay olsa da durumun biraz daha karmaşık olduğunu düşünüyorum, bu yüzden planladığı gibi değil diyeceğim.
Minjun’un annesi, ona hep iyi bir üniversiteye girmenin gömleğin ilk düğmesi olduğunu ve gerisinin de bu şekilde geleceğini söylüyordu. Minjun da buna inanmış, hiç sorgulamadan hayatını buna göre şekillendirmişti. Fakat işler planladığı gibi gitmediğinde ve iliklenmemiş bir sürü düğme ile kalakaldığında nihayet dönüp de sorgulaması gerektiğini fark ediyor. Neyseki Minjun bu metaforu sorgulamaya başlıyor ve kendisine yeni bir hayat yolu çiziyor. Onu mutlu edecek bir yol .
Bana kalırsa Minjun ile Minchul arasında büyük bir benzerlik bulunmakta. Bunu kitabı okuduğum esnada fark etmemiş olsam da kitap kulübüyle buluşmamızda boş kahve fincanıma bakarken bir anda zihnimde bu canlanıverdi. Eğer Minchul’ün ve annesi Heeju’nun hayatına Hyunam-dong kitabevi ve Youngju girmemiş olsaydı Minjun on, on beş sene sonra tam da Minju’nun olduğu noktada olacak, kucağında ilikleri olmayan düğmelerle dolu bir gömlekle kalacağını fark ettim. Eminim ki okuyanlardan bana katılanlar da olacaktır. Arkadaşlarım katılmıştı, ya da belki de saatlerdir konuştuğum için artık susmam için beni eylemiş de olabilirler.
Yazımın sonuna gelmeden önce değinmek istediğim bazı noktalar daha var ama yeterince çok konuştuğumdan burada kendi kendimi susturmaya çalışarak hızlı davranacağım.
Kitabevinde gerçekleştirilen bir söyleşide konuklar arasındaki bir mesele de tam olarak “sevdiğin işi yapma” meselesiydi. Eğitim hayatımız boyunca özellikle bize sarf edilen bir şey bu. Hepimize daha ilk gençliğimizden itibaren bu söylenir, daha kanunen yetişkin sayıldığımız ilk fırsatta da buna karar vermemiz bekleniyor. Üstelik de yalnızca bir sınava girerek, okuldaki dersleri takip etmek dışında doğru dürüst mesleklere dair bir fikir oturtamamış olmamıza rağmen.
Şimdi otuzlarına yaklaşmış ve eğitimini aldığı bölümden apayrı, en azından ülkemizde yeni yeni keşfedilen bir mesleği icra eden biri olarak bana meslek seçimi hakkında söylediğim şeyi söylemek istiyorum. “Kendinizi otuz yaşınıza geldiğinizde nasıl hayal ediyorsanız onu size sağlayabilecek bir meslek seçin.” Bu ne kadar mantıklı ya da ‘doğru’ bir tavsiyedir bilemiyorum ama bize istediğimiz tarzda hayatı yaşatacak bir meslek tercih etmek bizi mutlu edebilirmiş gibi geliyor. İster bunu giydiğiniz bir ayakkabı olarak düşünün isterseniz çalıştığınız ortam ya da yaşadığınız ev olarak. Çok romantik bir bakış açısı olabilir bu, realist olduğum iddiasında bulunmadım zaten. Bahse rücû ederken kitaptan bir alıntı ile devam edeceğim.
Kitabın bu kısmında bu mesele hakkında farklı perspektiflerden bu konuyu görüyor, aslında gördüğümüz her yorum üzerine de ciddi ciddi düşünmek için vakit ayırıyorsunuz.
“Sevdiğiniz işi yaparken mutsuz olabilir, sevmediğiniz işi yaparken önünüze çıkan başka bir fırsatla mutsuzluğu yenebilirdiniz. Yaşam, çözümü zor ve çok yönlüydü. İş, yaşamın merkezinde epey önemli bir rol oynasa da yaşamın içindeki mutluluk ve mutsuzluktan sorumlu değil.”
Benim en çok takılıp kaldığım bu oldu, ne kadar da haklı ama. Hele de bizim toplumumuzda artık çalışmak için yaşamaya zorlanıyor olsak da bunu içten içe kendi kendimize de yapıyor, yanlış olduğunu bile bile biraz da kendimiz kendimizi buna sürüklüyoruz. Ki bu çok daha başka bir konuya bizi sevk ediyor ki bunları günlük hayatımızda yeterince konuşmuyormuş gibi biraz kaygılarımdan arınmak için kendime kazandırmaya çalıştığım bu blogda dile getirmeyeceğim. Yani, en azından bugünlük.
Yazımın bu kez gerçekten sonuna geldiğim şu dakikada son olarak yazarın da kitabın sonuna koyduğu notundaki bir paragraftan bahsetmek istiyorum. Genelde yazar notlarını okuyan biri değilimdir fakat Hyunam-dong Kitabevi ile aramda öyle bir bağ kuruldu ki okuyasım geldi. Bundan burada bahsetmemin sebebi ise kitabı bu kadar özel kılan şeyin ne olduğunu yazarın bizzat kendisinin açıklıyor olması ki kendisi tam olarak duygularıma tercüman olmuş diyebilirim.
“Dikkatle bakılmadığında fark edilmese de Hyunam-Dong Kitabevi’ne Hoş Geldiniz’deki karakterler devamlı bir şeyler yapıyorlar. Ufak detayları o ya da bu şekilde değiştirerek yeni şeyler öğrenip kendilerini geliştiriyorlar. Eylemleri dünya standartlarına göre büyük bir başarı olarak görülmese bile sürekli bir şeylerle uğraşan bu karakterler değişip büyüyorlar ve bunun sonucunda, başladıkları yerden birkaç adım ilerledikleri bir noktaya varıyorlar. Onların vardığı noktanın başkaları için yüksek ya da alçak, güzel ya da yetersiz görünmesinin bir ehemmiyeti yok. Önemli olan, onların kendi başlarına hareket etmesi ve şu anda durdukları noktadan hoşnut olmaları. Onlar, kendi hayatlarını ölçtükleri standardın kendi yüreklerinden doğmasını yeterli buluyor.”
Tam da öyle değil mi ama? Üstelik herkes büyük adam olacaksa kim küçük adam olacak?
Comments